Bir Aile Anısı
Bir aile düşünün. Geniş, aşiret boyunda bir aile. Onlarca, yüzlerce sene Karabağ’da yaşıyorlar. O dağlarda dedelerin dedelerinin ayak izleri hala duruyor. Onların ektikleri ağaçların meyvelerini yiyor cümle mahlukat. Hristiyanı da yiyor, Müslümanı da yiyor, dinsizi de yiyor…
Derken Rus diye bir millet ortaya çıkıyor, alıyor toprağın tapusunu Tahran’dan. O güne dek iyi kötü yaşarken komşularıyla, sadece birkaç senede anlaşmazlıklar başlıyor. Tartışma kavgaya, kavga vuruşmaya dönüşüyor. Bir iki üç, sonunda koskoca aile göç etmeye karar veriyor. Karar dediğim; hani üniversitede olur ya zorunlu seçmeli dersler, böylesi bir karar. Yoksa kim ister toprağını bırakıp gitmeyi?
Yola düşüyorlar. Batıya yürüyorlar. Derken yolda baskın yiyorlar. Koskoca ailenin nüfusu zaten yarılanmış yola düşerken. Baskında iyice azalıyorlar. Bir yandan vuruşma, bir yandan açlık, bir yandan hastalık…
Bir nine kalıyor sonunda. Koynunda daha bebek torunuyla. Al yıldızlı bayrağın altına atıyor kendini bir şekilde. Ve bugün yine çoğalmış bir aile, o ninesinin koynunda canlı kalmış bebekten türüyor.
Serhattaki Atalar
Bu aile Türk. Bu aile, çok büyük ihtimalle, Osmanlı toprağına gelip kabul görene kadar açıktan, sonrasında gizliden Şii bir aile. Bu aile, o torunun torunlarının senelerce sınırda yaşayıp sınırı korumaya çalışan onlarca, yüzlerce ailenin sadece biri.
Ve bu aile, benim ailem.
Bu Ermeni meselesinde anlatılan her şey var. Değil mi? Devlet var (Rusya), devletin destekledikleri var (Ermeniler), bunların yerel halkı yerinden kovması var, yoldaki göçte saldırılar var, açlık var, hastalık var, ölüm var… O ninenin paltosunda bir şekilde sağ kalamasa o büyük büyük dedem, bugün ben olmayacağım.
Fakat, bakın çok enteresan, bize hiç Ermeni’den nefret etmeyi filan öğretmediler. Aksine, herkesi sevmeyi öğrettiler. Ermenileri de. Hem de tüm kara parçalarında, Afrika dahil. Ben çocukken Kurtuluş’ta kaybolduğumda beni aileme teslim edene dek sahip çıkan bir Ermeni’ydi.
Dünya böyle bir yer. Elinden gelse o torunu öldürecek olan da Ermeni, eskiden daha güvenli olsa da nihayetinde büyükşehir olan İstanbul’da bana sahip çıkan da. Ben Ermeni’yi nasıl, neye göre genelleyeyim?
Ha Ermeni kötü de biz iyi miyiz? Hayır. Cumhuriyete dek benim dedeler sınır boyunda kalmış dedim. Artık nasıl yetiştirildilerse, hepsinin elinde mavzer. Hepsi eşkıya. Yol kesen, haraç alan, dağlarda yaşayan… Yani senin benim gibi insanoğlu. Aldıkları haraç ama, zenginden. Fakire vermek için. Batıda efe demişler, gavurda Robin Hood. Nedense bir doğunun anarşistinin adı kötü kalmış.
Neyse. Bu eşkıyalar sınırın o tarafına geçip Rus kesmiş, Ermeni kesmiş becerebildiğinde. Sınır namus diyoruz ya hani, hah. İşte o namusun bekçilerinin kimileri de bunlar. O torunun töremeleri. Benim canlı gördüğüm nesilden kimsenin Ermenilerle birebir, direkt bir sorunu yoktu. Fakat dedemi yetiştirenlerin varmış. Sebebini bulmak da zor olmasa gerek.
Excursus: Bir Ermenice Kelime
Dedem rahmetlik, Kürtçe ve Farsça bilirmiş. Öyle dil öğrenme amacı olan birisi değil. Zaten dil öğrenecek olsa Fransızca öğrenir. Farsça kimmiş? Babası allame. Derler ya alimden zalim, zalimden alim doğar diye. Kendisi zalim nesli. Silsileyi sürdürünce ben de zalim oluyorum haliyle. Benden sonra gelen alim olacak. Bakalım.
Büyük ihtimalle Rusça ve Ermenice kimi kelimeler de bilirdi. Onlarla da iletişimdeydi çünkü. Kültür, malum, sadece dostlukta değil savaşta da, hatta belki savaşta daha fazla, yayılıyor. Arşivdeki notaların kim bilir kaç binine sayesinde sahip olduğumuz Lavtacı Leon’un Hancıyan soyadı, bu dostluk ve düşmanlığın güzel işaretlerinden değil midir? Veya bugün Amerikanya merkezli olsa da İstanbul’da kurulan Zildjian’ı ne yapacağız?
Biz Ermeniceden pek az kelime almışız. Fakat bir kelime var ki benim aklımı başımdan alıyor: Köy. Medeniyetle (veya yerleşik hayatla) ilgili pek çok kelimeyi Farsçadan almış olmamıza rağmen (misal merdiven, duvar, pencere, hıraban [sokak], şehir…) bu en küçük yerleşimin adı Ermeniceden. Dil etkileşimlerinde kural basittir: Üst kültür, alt kültürden kelime almaz ya da aldığı kelimeleri aşağılayıcı, kötü şekilde kullanır. Misal Kürtçeden kıro.
Buradan yetkililere sesleniyorum: Dilin gelişimi açısından bakınca, köy ve köylülük aşağılayıcı bir şey midir, değil midir? Dil ve kültür ekseninde, Atatürk’ün “köylü milletin efendisidir” sözünü kullanmadan cevaplayın.
1911-1922
Ermeniceyle ilişkimiz bir yana, Ermeni kısmına gelelim sonunda.
Yeni yüzyıl, Osmanlı’ya hiç güzel şeyler getirmemiş. Abdülhamit’le başlamışız zaten. Kafadan 1-0 yenik durumdayız. Derken Abdülhamit’i dahi aratacak işler olmuş 1908’de. Meclis gelmiş ama gelmese daha mı iyiymiş acep?
1911’de, ta 1922’de bitecek savaşlar serisine başlamışız. Trablusgarp’ta İtalya’ya, Birinci Balkan Savaşında cümle Balkan memleketlerine kaybetmişiz. Yetmemiş, Birinci Balkan’ın sonunda Edirne’yi almışken vermek zorunda kaldılar diye Bulgarlar İkinci Balkan Savaşını çıkarmış. Komşumuz Avusturya-Macaristan iken birden Yunan ve Bulgar olmuş.
1914’te Osmanlı’yı savaşa sokan kafayı anlayabiliyorum. Bu, hak verip vermeme meselesi değil. Anlama meselesi. Hayallerindeki, büyük ihtimalle, şuydu: Almanya oradan biz buradan Balkanlar üzerine yürüyeceğiz. Sonra oraları alınca Mısır’ı filan da tekrar ele geçiririz. En azından muharebelere baktığımızda görünen sonuç bu. Yani doğu sınırı ya güvende görülmüş, ya pek önem verilmemiş.
İşte bu Ermeni meselesi burada karşımıza çıkıyor: Ermeniler, malum, daha ziyade doğu illerinde meskunlar. Rusya, geçen asrın başında Kafkasya’ya inmiş, maşallah 50 sene etmeden cümle Kafkasya’yı ele geçirip Azerbaycan’ı bölmüş. Ama sonra durulmuş. “Bu ne la, ortalık harap? Biraz mamur edeyim de sonra almaya devam edeyim” demişler resmen. Bizimkiler de herhalde buna güvenmiş. Bir de, askerlerini batıya yıkacaklar zira Almanya oradan vuracak. Biz de o arada Kafkasya’da takılırız demişler. Unutmuşlar ki Rusya, yüz milyonluk bir dev.
Savaşa girince Osmanlı, asker kaynağı Türklerin (ve dahi Kürtlerin) arasında yaşayan Ermenileri “fark ediyor”. Bunlar, malum, Balkanlardaki diğerleri gibi ayaklanmış etmiş, sağlam milliyetçilik de pompalanmış ama çok (veya güçlü) olmadıkları için ortalık durulmuş. Şimdiyse sağdan sola, soldan sağa ordu yürüyecek ve oralarda Ermeniler de var.
Ne yapalım o zaman?
Zorunlu Göç: İyi de, Neden?
Şunda mutabık kalmamız gerekli: Ermeni popülasyonunun yok edilmesi dilenseydi Osmanlı bunu yapabilirdi. Dahası; asker topla, bunlar kafilelere öncülük etsin, askeri şuradan şuraya sür, iaşesi daha fazla olsun, kontrolü daha güç olsun… Neden uğraşasın? Halep ordaysa Pol Pot burada. Vur kafalarını ağaçlara, “akıt pekmezlerini”. Kurşun bile harcama. “Harcadığın kurşuna yazık”.
Fakat “ölüm yolculuğuna” çıkarılıyor Ermeniler.
Bu yolculuk ölüm yolculuğu mudur? İhtimal. Hatta, belki, yüksek ihtimal. Ve fakat dünya savaşı ortasında ben ölüm yolculuğu olarak tanımlan(a)mayacak yolculuklar olduğunu pek sanmıyorum.
Bu insanlar oturdukları yerde bırakılamaz mıydı?
Bu sorunun cevabını Balkan Savaşları ve Rusya’nın Kafkasya seferleri veriyor: Hayır. Ortodoksların büyük abisi Rusya, bizim gibi işkembe-i kübradan sallamadan takır takır Ortodoks halkları Osmanlı’dan çekip kendine bir nevi vasal yapmış. Bizde uğruna şarkılar yazılan “Kahraman Enver Paşa” hoş gelmiş ama hoş gidememiş. Ayakta gitmiş, cansız bedeni dönmüş.
İyi de Rusya, ta Adana’daki Ermeni’ye nasıl yardım edecek?
Cevabını birazdan alacağız.
Yerinde bıraksan olmaz, bırakmasan olmaz. Ne yapacaksın?
Benim anam ağlayacağına onların anası ağlasın diyeceksin. Bizimkiler de bunu demiş.
“Osmanlı, bunların yolda katledilmesini istedi” diyecek olanlara sorarım: Neden oldukları yerde katletmediler de yolda katlettiler? Amaç neydi? Yani işi uzatmanın, zora sokmanın anlamı nedir? Savaş zamanı bu ne oyundur azizim?
Bu kararın nereden çıktığına da bakalım: Sene 1914. Kars Mars zaten Rus’ta. Oltu’dan Erzurum’a yürürken Rus, Köprüköy’de patlıyor ilk muharebeler. Saçma sapan işler oluyor, kazananı da kaybedeni de yok bunların. Eh, kaybolmuş insan hayatlarını önemsemiyoruz ne de olsa. Değil mi?
Derken 1914’ün sonunda ünlü Sarıkamış felaketi gerçekleşiyor. Tam sayısı bilinmeyen (on) binlerce Osmanlı askeri, ya kışa yenik düşüyor, ya birlikler birbirlerini Rus sanarak birbirleriyle savaşıyor. Tam katastrofi. Enver Paşa’nın “Turan taktiğiyle analarını belliyoruz” fantazisi, Trakya’dan gelen kızanın sekiz yüz bin yıldır dağlarda yaşayan Dağıstanlıyla, kaldıysa Çeçen’le, İnguş’la, Rus ayısıyla… yüz yüze bile gelemeden yitip gitmesiyle son buluyor.
İşte bu Ermeni meselesi de tam bu Sarıkamış faciasından sonra ortaya çıkıyor.
Sarıkamış ve 24 Nisan
1800-1920 Kafkasya’sı incele incele bitmeyen, karmakarışık, tek cümleyle özeti “filler tepişirken fareler ezilir” olan ilginç bir yer. Başka türlü özetlemek imkansız, yapabilen varsa da lütfen yapsın.
Konumuzla ilgili kısımda şöyle bir detay var: Rusya’nın Kafkas ordusu ikiye bölünüyor ve neredeyse yarısı batıya, Almanlara karşı gönderiliyor. “Biz şimdi ne yapsak?” diye düşünürken akıllarına Emperyal Rusya vatandaşı olmayanlar geliyor.
Yani bir nevi Osmanlı vatandaşı olan, kendi safında savaşacak olanlar.
Gürcüler daha kuzeyde ve Allah’ın belası dağlık coğrafya, Gürcülerden (milis de olsa) ordu toplamayı neredeyse imkansız kılıyor. Bu durumda daha ovada yaşayan Ermeniler destekleniyor daha çok. Rusya, asker açığını bu gönüllü birliklerle kapatıyor. Ha, bu demek değil ki orduda Gürcü yok. Gürcü de var, Rum da var, Ortodoks olan aklınıza gelen herkes var.
Sarıkamış’tan sonra bizim ölülerimizi Ruslar (daha doğrusu Rus ordusu) topluyor. 1915’e doğuda felaket azalmış bir ordumuz kalıyor. Kars’ı alacağız derken Erzurum’u ve biraz sonra Trabzon’u da kaybediyoruz tertemiz. 1916’da Bitlis, Muş…
Çarlık devrilip sosyalist Rusya kurulmasa bugün Türkiye diye bir memleket kalmayacak. Enver, böyle bir iş yapıyor üçüncü orduyu Sarıkamış’ta mahvederek.
Şimdi bu hatta bakın: Kars-Erzurum-Ağrı-Muş-Van. Biz kendimizi tüketmişiz zaten Enver Paşa sağ olsun, yetmemiş Rus bizi vurmuş. Bu da yetmemiş, milleti silahlandırıyor.
Ne yapacaksınız?
Yukarıda, zaten Ermenilerin sorunlu olduğunu söyledim. Üstüne Sarıkamış, üstüne Rusların Ermenileri silahlandırması…
Şimdi “Adana’daki Ermeni’nin suçu neydi” sorusunun cevabını bulduğumuzu sanıyorum: Sarıkamış sonrası bizimkilerin aklı başına dank etti fakat fazlaca geç kaldılar: Anadolu dağlık olmasa, Karadeniz’in kuzeyindeki gibi düzlük olsa İstanbul’a batıdan geldikleri gibi bu sefer de doğudan gelirlerdi. Bizimkiler de “yandık. Bari derdimizi azaltalım” dedi.
Soykırıma Giriş
Burada küçük bir düşünce deneyi yapalım. Diyelim ki Van’da Ermeniler muhteşem güçlendi ve cümle Türk ve Kürt’ü ya öldürdü, ya sürdü. Burada yapılana bir soykırım diyebilir miydik?
Hayır, diyemezdik zira bu soykırım tanımının “gizli” bir maddesi var: Bir soykırımdan bahsetmek için bir devletten bahsedebilmemiz gerekli. Soykırım diyebilmek için bir nevi organizasyon aranıyor ve her şeyi soykırım olarak nitelendirmememiz için gerekli büyük organizasyon ancak devletler eliyle gerçekleştirilebilir[note]Bunu ben kendi fikrim olarak yazdım. Konu hakkında az okuyayım dediğimde karşıma çıkan ilk sitede bunun yazıldığını gördüm (case law has associated intent with the existence of a State or organizational plan or policy, even if the definition of genocide in international law does not include that element). Sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim.[/note].
Konuyu biraz açalım. İlgili döküman diyor ki “bir grubun tümünü veya bir kısmını yok etmek amacıyla 1) grup üyelerini öldürme, 2) ciddi fiziksel veya mental zarar verme, 3) (mealen) ölüme sebebiyet verecek duruma sokma, 4) gruptakilerin doğurmasını engelleyecek işler yapma, ve 5) gruptakilerin çocuklarını başka gruplara verme eylemlerinin herhangi biri”.
Burada sıkıntılı kelimeyi sanırım buldunuz: Herhangi biri. Tümü değil, beşte ikisi, üçü, dördü filan da değil. Herhangi biri. Beşte bir varsa soykırımdan bahsetme imkanımız var. Fakat daha sıkıntılı bir konu daha var: Amaç. Bizim hukukumuzda artık uygulanıyor mu bilmiyorum ama hukuk şunu der: Hakim niyet okuyamaz. Ya itirafı alırsınız paşa paşa, ya da “bence böyle” diyerek ceza veremezsiniz. Tabi bu, eşini elli yerinden bıçaklayıp öldürmüş katile “ah canım, maksadı öldürmek değilmiş” demek için yok – her ne kadar bizde böyle kullanılsa da.
Soykırımın tanımına ve şartlarına baktığınızda, örneğin, 19. asırda başlamış ulus-devlet amaçlı ayaklanmaları tertemiz bir şekilde soykırım olarak sayabilirsiniz. Belli bir grubu parçalı olarak yok etmek amacı var hepsinde. Balkan Savaşlarında Türklere soykırım yapıldı diyebiliriz yani.
Diyor muyuz? Demiyoruz. Demeyelim de zaten.
Hatta biraz abartalım: Bugün Türkiye’de bizi yok etmek amacıyla ciddi mental zarar verilmiyor mu?
Bu bir soykırım olarak tanımlanamaz mı?
Beş Madde
Mevzunun tanımı gereği Türkiye’de kimse soykırımla suçlanabilir değil zira soykırımın iki parçasının biri, yani amaç, ancak itirafla alınabilir ve bugün, bu suçla suçlanacak kimse hayatta değil. En iyi ihtimalle bunların hatıratına bakabiliriz, bunların da orijinal olup olmadıklarını veya tahrif edilip edilmediklerini %100 olasılıkla belirlemek mümkün müdür, bilmiyorum.
Hadi diyelim ki böyle bir amaç vardı. Bu şekilde ilk ve büyük adımı attık. Sonra devam ediyoruz: Tümünü veya bir parçasını yok etme amacı. Bu, hukuki metinlerin neden açık ve net olması gerektiğini kanıtlar nitelikte bir söz. Hadi tümünü anladık, bir parçası ne demek? Ne kadar bir parça, bir parça oluyor? Bu bir parçanın belirlenmesi, tamamen hakimin (veya, gerçek hayatta, galip devletlerin zira savaş yoksa soykırım suçlaması imkan dışı) insafına bırakılmış durumda değil midir?
Hadi diyelim ki o bir parçayı da belirledik. Sonrası işin en civcivli kısmı: Balkan Savaşları sırasında sadece Osmanlı ordusu değil, Türk taife de patır patır kesildi Bulgaristan’da. Türklerin bir kısmını yok etme amacı olduğu açık, bunların öldürüldüğü açık. Bunu soykırım olarak saymamızın önünde, tamamen keyfiliğe bırakılmış andığım kısım haricinde, ne var? Malum, 1908’den sonra ortada bir Bulgar Krallığı da var, o devlet de facto şartı da elimizde?
Soykırım, esasında, Almanya’yı cezalandırmak için bulunmuş fakat sonrasında işlerin çığrından çıktığı bir konsept. Amacın Almanya’yı cezalandırmak olması kendisini politik kılan bir unsurken tanımdaki büyük boşluklar, mevzuyu politik alanda sürdürmeye yarayan diğer kısımlar.
Deyip devam edelim: Soykırımdan bahsetmek için, bu işi organize eden birileri gerekli dedik. Osmanlı’da amacı Ermenileri öldürmek olan bir grup devlet görevlisi, veya devletin bu görevi verdiği kişiler, var mıydı? Eğer yoktuysa, ki Hamidiye Alayları diyecekseniz “Abdülhamit, kendini indirecek olanlara iyilik olsun diye, yarın öbür gün Ermeni kessin diye mi kurdu bunu” diye sorup geçerim, Talat Paşa’nın Ermenileri kökten yok etme amacı vardıysa bile soykırımdan bahsedemiyoruz zira andığım “gizli” madde bize yaklaşık olarak şunu diyor: Devlet, bir grup insanı hedefine alıp bunları yok etme amacıyla eylemde bulunmuş olmalı. Sadece amaç, bir anlam ifade etmez. Ben de kimi kimseleri öldürmek isterim mesela. Hatta bu amaçla silah bile alabilirim. Tamam, almadım ama alabilirim. Yine de ben eyleme geçene dek ne bu ereğimin, ne elimdeki silahımın bir anlamı vardır. Eylem yoksa suç yoktur.
Ha burada denilebilir ki “devlet ortamı hazırladı, gerisini halka bıraktı”. İşbu durumda İngiltere’nin, bakın Amerika veya Avustralya’nın filan değil, dümdüz İngiltere’nin, Amerika ve Avustralya yerlilerinin soykırımıyla suçlanması gerekli. Dahası, işleri bu kadar esneteceksek sonra aralarında savaşıp birbirlerinin nüfuslarını diğer yana iten ya da yok eden Ermeni ve Gürcüler de soykırımcıdır.
Bakın tanımdaki muğlaklık nerelere ulaşıyor…
Hadi tümü var diyelim. Devletin amacı var, bu amaçla eylemde de bulunmuş. Şimdi beş maddeye tekrar geçelim:
- Grup üyelerini öldürme. Rusya’nın Türk soykırımından bahsedecek miyiz mesela? Malum, 1800’ün başında Kafkas dağlarını aşıp geldiklerinde bayağı Türk öldürdüler kendileri. Veya Türklerin Rus soykırımı da olur. Bizimkiler de ara ara saldırmıştır herhalde Ruslara.
Bu konuda sürekli göz ardı edilen savaş durumu benim sinirimi bozuyor. Ulus-devletler çağında; Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık üçlüsünün içinden Osmanlıcılığı, yani imparatorluğun imparatorluk olarak devamını seçmiş kimselerin milliyetçi saikle iş yaptığı iddiası, ve dahi ilgili grubun silahlanmış olmasının tamamen göz ardı edilişi, ve dahi ilgili grubun Türklere yaptığı hiçbir şeyin göz önüne dahi alınmaması… - Bu madde bize karşı pek anılmıyor, geçelim.
- Bize yapılan esas iki suçlamanın biri bu: Öldürmediyseniz bile ölmelerine sebebiyet verdiniz. Hemen soralım o zaman: Gazze’de kimyasal gaz kullanan İngiltere, Türk soykırımı suçlusu olacak mıdır? Bu ölüme sebebiyetin vadesi tam olarak ne kadardır? Bir hafta? İki ay? Üç yıl? Ne kadar zaman içinde ölmelidir kişiler, eylemler nedeniyle?
Veya başka türlü gidelim: 19. asrın başında benim büyük dedelerimi yerinden süren Ermeniler, sadece bir nine ile bir bebekten mürekkep kalan soyumun kırıcısı mıdır? Yolda öldürenlerin kimliklerinden bağımsız bakın bu. - Bu madde de bize karşı kullanılmıyor.
- Bu maddeye arada atıflar var. Bilgimin hiç olmadığı bir konu olduğu için ağzımı açamıyorum.
Hangi maddeden suçlanılırsa suçlanılsın, Türkiye soykırım yaptı dersek “yapmamış birini gösterin” diye cevap alırız ve sanırım gösteremeyiz de.
Bir Anı Daha
Vakti zamanında gavuristandaydım. AKP’nin “Müslüman olmadığı”, Avrupa’yla canı sıkıldıkça ters düşmediği günler. Avrupa Konseyi’nin “çocuklar gelsin, başka bir ülke görsün ve başka kültürlerden insanlar tanısın. Yesin, içsin, sevişsin, memleketine dönsün” amaçlı programların birindeyiz. Ne işse bir akşam konu Karabağ’a geldi.
Dedim “bakın, benim özüm köküm Türk. Ve dahi atalarım Karabağ’dan. Ama Karabağ Türk toprağı değildir”.
Ne oldu biliyor musunuz? Alkışlandım. Hem de Ermeniler tarafından! Devam ettim:
“Ve fakat, Karabağ bir Ermeni toprağı da değildir. Orada benim büyük dedemin mezarı vardır. Orası hepimizindir”.
Bu sefer ne oldu? Yuhalandım 🙂
Van’da dedesinin mezarı var diye Van’ı isteyen adam, Karabağ’daki benim dedemin mezarını yok saydı 🙂
O akşam beni alkışlayan Ermenilerin biri, “siz Hrant Dink’i öldürdünüz” diye çıktı daha sonra. Herifçioğluna merhumun birkaç fikrini söyledim, bir sövmediği kaldı. İmkanı olsa öldürecek Allah’ın vitaminsizi, o derece. “Ulan” dedim, “bu sözler Hrant’ın. Adamı tanımıyorsun bile. Eline geçirsen sen öldüreceksin. Yıkıl, belki gözüme daha az batarsın”.
Karşımızdaki güruh işte bu. Bakın bizde Nişanyan, Mahçupyan filan “Türk kimliği Ermeni düşmanlığı üstüne kurulmuştur” filan der ama yok arkadaş, yalan. Desen ki Yunan düşmanlığı, yine yok. Türk kimliği, herhangi bir etnik düşmanlık üstüne kurulu değil. Veya başka Türlü söyleyeyim: Ermeni’den nefret etmeden Türk olunuyor ama Türk’ten nefret etmeden Ermeni olunmuyor. Bizde böyle bir şey yok. Türk düşmanlığı, Ermeni kimliğinin bir parçası. Bizim kimlikte Sünni Müslümanlık var, erkeklik var, zenginlik var…
Hangisi daha kötü bilemedim bak şimdi.
Demeye çalıştığım, bu konu bir Ermeni’yle konuşulabilir değil. Sanırım bir sebebi de şu:
Daha Başka Bir Anı
Benim hanım, üstünüze afiyet, bir programla Erivan’a gitmiş. Orada ortalama Ermeni bebenin biri de var. İşte yok Gürcü alfabesini de Ermeniler buldu, yok Nuh da Ermeni’ydi, yok dünyanın en üstün milleti Ermenilerdir filan. Bildiğimiz, klasik mal milliyetçi zırvaları.
Benim hanımın da hiç milliyetçiliği filan yok. Şükür. Bir eve bir tane bana kadar milliyetçi yeter. Orada sormuş bu bebeye: Hadi tamam, Türkler soykırım yaptı dediler. Sonunda ne olacak?
Cevap, herhangi bir Ermeni’den alacağınız cevapla aynı: Toprak ve para.
Bakın İsrail kurulunca bu konu tartışılıyor. Bir kısmı diyor ki “onlar bizim dedelerimizin malına çöktü, canını aldı. Alalım paralarını”. Daha büyük bir kısmı diyor ki “ulan, bunlar bizi yok etti. Bu şerefsizlerin parasına mı muhtaç kaldık biz? Almıyoruz para filan”.
Sonunda, bir şekilde İsrail’e ulaşabilmiş 500.000 kişi için, adam başı 3.000$ olmak üzere 1.5 milyar dolar verin ki bu adamların buraya gelişi, burada rehabilite edilişi, vesair harcamalarını karşılamış olalım. Demediler “bize para verin, bize bol bol para verin. Tazminat da verin, ne bileyim altın da verin gümüş de verin. Verin”.
Bu Ermeni meselesinde benim canımı en çok sıkan şey bu. Bakın, her türlü maksadı anlarım. Ama maksadın “bize para verin” olmasını anlamam. Ben, kan parası mantığını çözemedim ve çözemem. Cana karşı ya can isterim, ya da “lanet olsun” der bırakırım. “Hadi bana para ver” olayı, kusura bakmayın da, burada beni istemsizce soykırım gerçekten olsa da karşılarında durmaya itiyor. Dedesinin canını satan bir kimseye olumlu bakamıyorum – hem de “onlar” benim dedelerimin canını almış olsa da.
Bir gün bir arkadaşım “Ağrı Dağı Ermenilere bırakılsa bugün soykırım hadisesinden bahsedilir miydi” diye sormuştu. Çok zaman cevap veremiyorum demiştim ama amacın kan parası olduğuna kani olduğumdan beri “iyi ki Ağrı sınırın bu tarafında” bile diyorum. En güzel Erivan’dan görüldüğü söylenen Ağrı da içlerinde kalmış, iyi olmuş. Bir gün, umarım bir gün derdi kan parası değil kaybolan canlar olan bir millet olur, ben de onu görürüm ve karşılıklı birbirimizin acılarına ağlarız. Bu türlü ben onların acısına ağlayayım ama onlar benimkine ağlamasın…
Alemin enayisi ben miyim?
Önce birbirimizi bir eşit görelim. Sonra kan parası da çok lazımsa konuşulur. Ama önce bir birbirimizi eşit görelim, olanı biteni dökelim. Bu türlüsü, tıraş.
Sonuca Doğru
Hiçbir acıyı küçümseyecek veya yok sayacak değilim. Fakat kendi acımı da küçük görecek veya yok sayacak halim yok. Koskoca ve sadece göç eden bir aile Karabağ’dan Iğdır’a gelene kadar yok oluyorsa eğer, ve bu aile tek değilse, hiç bana “Ermeniler evlerinde kete yapıyordu, derken Türklerle Kürtler bir olup onlara saldırdı” demesinler. Yemiyorum. Yiyemiyorum.
Dahası. Olduğunca muğlak, daha baştan politik ve ancak “bence” diyerek “kanıtlanabilen” bir mevzuda, hele ki amacı ve sonucu para ve toprak olan bir konuda “tarafsızlık” veya “düşmandan” taraflılık yapabilecek değilim. “Türk’ten boşalacak zehirli kan” yerine hiçbir şey koymayan, koyma niyeti de olmayan Ermenistan’la da, Ermenilerle de işim yok, olası da değil. Daha geçen kış Karabağ’da her gün çocuklarını kaybeden, buna rağmen savaşa devam diyen bir milletin gerçeklikle bağı kopmuş değil midir? Tamam, 500 Türk daha ölsün ama sonunda o Türk gelip Erivan’ı alacak bu gidişle. Sadece Türk ölsün diye kendini yok edecek kadar coşmuşluk…
Bunlar işin bir yanı. Diğer yanı, hukuki.
Dedim, tekrar ediyorum: Soykırım tanımı, bizim TMK/2 gibi. Nasıl TMK “senin üyeliğin yoksa devlet sana uygun bir terör örgütü bulmakla mükelleftir” şeklinde okunabiliyor, bu soykırım tanımına da girmeyen şey yok. Savaş varsa soykırım yoktur desen olmuyor, savaş yoksa soykırım vardır desen olmuyor, devlet eliyle olmalıdır gibi fikirde olan şey bile maddelere yedirilmemiş, bir bölüm gibi ucu sonuna kadar açık ve muğlak bir kısım var…
Soykırım; Almanya’nın Yahudilere, komünistlere, Çingenelere, Lehlere… yaptığı, daha önce örneği görülmemiş eylemleri tanımlayıp cezalandırmak için bulunmuş bir kavram. Yani daha ilk andan (hadi sizi kırmayayım, görece) politik bir şey. Amaç, gözünün önünde kendi komşuları öldürülürken susan Almanları cezalandırmak. Haktır, hak değildir demiyorum. Fakat atlanan nokta şu ki soykırım için soykırımı yapanları askeri olarak alt etmiş bir devlete ve bu devletin, soykırım yapan devleti cezalandırma amacına ihtiyacımız var. Carl Schmitt’in sözü burada çok önemli bir şekilde karşımıza çıkıyor:
İnsanlık adına hareket ettiğini iddia edenler, düşmanlarını insan olmamakla suçlarlar. Hal buyken kimin insanlık adına hareket ettiğini söyleyebiliriz?
Eklemesini de ben yapayım: İnsanlık adına davrananlar, eylemler gerçekleşirken bunları durdurmak yerine eylemlerden sonra cezalandırma amacı güdüyorsa, amacın insanlık olduğu ne kadar ve neye göre söylenebilir?
Türkiye’nin amacı Ermenileri yok etmek olsaydı, inanıyorum ki bu amaç gerçekleştirilebilirdi. Ve bugün Ermenistan’da Türk namına bir şeyin kalmamış olması gibi Türkiye’de Ermeni kalmış olmazdı. “İyi ama, Anadolu’da ne kadar Ermeni kaldı?” dediğinizde de sorunu Türklerde aradığınız kadar ulus-devlette aramanız da gerekli. Alsas-Loren’de ne kadar Alman kaldı? Orada da bir soykırım yapılmadı ya?
Ermenilerin kötü şansı, misal bir Bulgarlar gibi görece yoğun bir şekilde yaşamamaları ve Rusya’nın Balkanlarda yaptığı gibi doğrudan yardımla kendi ulus-devletlerini kurmalarına destek olmamalarıydı. Çarlık yıkılıp ortada koca bir girdap oluşmasa, bugün en milliyetçi geçinen Trabzon’un insanları Rus olacaktı. Gürcistan tekrar kurulduktan sonra göçenleri bir kenara koyduğumuzda Gürcistan’da kaç Türk var? Sonunda kabul edilen geri dönüş yasasında “biz Ortodoks Gürcüleriz diyorsanız kalkın, geri gelin” deniyor. Böyle bir dünyada yaşıyoruz.
Dünya, ne yazık ki, güzel bir yer değil. Bunu güzelleştirecek altyapımız da yok. Bu konularda Ermeniler(in bir kısmı) kadar konuşma hakkı olan benim duruşum açık: Karabağ benim değil. Karabağ sizin de değil. Karabağ hepimizin. Bunu kabul ediyorsanız ne ala. Etmiyorsanız, realist taraftaysanız ben de realist tarafa geçerim: Benim de acılarım var. Bunu kabul etmiyor musunuz? Ben de sizinkini kabul etmem. Bunu derken kastımı yineliyorum: Soykırım vardır ama ben inkar ederim filan demiyorum. Size sizin gibi davranırım diyorum. Hiç düşünmeden, sadece beyinsizce davranırım diyorum. Peki, neden böyle yapıyorum?
Çünkü iletişim eşitler arasında kurulur. Türk’e yapılansa zorlama ve zorlamada bir iletişim olmaz. Zorlamaya karşı çıkanları, mantıklı ve mantıksız olarak ayırmamak üzere, anlayabilirim. Sadece bizde yok “Ermeni dölü” olayı. Ermeni’de de var. Biz ne kadar kötü oluyorsak bunu diyerek, “Türk dölü” diyen Ermeni de o kadar kötü.
Son olsun, bitireyim: “Kaç Türk bu şekilde acı çekti” diye sorduğunuz anda konu çıkmaza girer zira Türk’ün kaydı kuydu yok elimizde. Türk’ün “kendi” devleti Türk’ü insandan saymamış. Nüfus defterleri Rusya’da olan bir ailenin torunuyum ve benim gibi niceler var. Hadi “imparatorluk karar aldı, Türkler de öldü” diyerek bizim sorumluluğumuz var diyelim. Evinde kete yaparken yok edilenlerin suçu neydi?
Türkiye, Abdülhamit’le İslamcılık politikası güttü. İttihat ve Terakki Osmanlıcılık yapmaya çalıştı, sonunda Atatürk’e kalan Türkçülük oldu zira diğer iki siyaset çöktü. Atatürk de iyi ki Türkçülük yaptı. Ulus-devletler çağında ulusçuluk yapmayan hangi millet var ki Türk yapmasın? Sordum, yine sorayım: Alemin enayisi biz miyiz? Özellikle Transilvanya’daki milyon Macarı Romen sayan Romanya mal mıydı?
Dünya güzel bir yer değil. Dünya böyle, kötü bir yer. Burayı daha güzel kılmak için beraber çalışmak zorundayız. “Sen yap, ben yatayım” demekle olmuyor. O zaman hepimiz yatalım – ki yatıyoruz da zaten.
Ek: Lemkin Mevzu
Lemkin’in soykırım konusunu, Talat Paşa’yı öldüren Tehliryan’ın neden Almanya’da yargılanamadığını sorgulayıp mealen “bu Almanya’nın işi değil” cevabını aldıktan sonra gündemine aldığı ve sonunda hem tanıma, hem de yukarıdaki beş maddeye ulaşan bir sürece girdiği söylendi. Bu, ne yazık ki, benim “bu tanım politik bir tanımdır” tezimi zayıflatmıyor, “Ermenilere de soykırım yapıldı” da dedirtmiyor zira tüm tezlerim hala oldukları yerde:
- Osmanlı’yı kimsenin korumak etmek istediği yoktu. Neden, mesela, cumhuriyet kurulduğunda “sizi katil şerefsizler” diye çıkmadılar memleketin karşısına? Öylesi politik bir neden yok muydu yoksa?
- Talat Paşa’nın gıyaben yargılanıp mahkum edilmesinin hukuki bir karşılığı bende yoktur zira ısrarla tekrar ediyorum: Ceza yargılaması gıyaben yapılamaz.
- Schmitt’in sözünü söyledim: NAZİ’ler, tamam, insan değildi. Peki, NAZİ’leri soykırımla suçlayan güçlerin Dresden’i dümdüz etmesini ve sivilleri yok etmesini, Japonya’ya atılan iki atom bombasını ne yapacağız? Bana, “bu eylemlerde soykırım yoktur” diyecek babayiğitler arıyorum. Yok, bu eylemler de soykırımsa eğer; bugün soykırım denmemesinden hareketle soykırım tabirinin kullanımının politik olduğuna bir destek değil midir?
- Tocqueville, Democracy in America’da “buralar çok güzel. Uçsuz bucaksız toprak da var, gel beni işle diye bekliyor” diyor. O toprakta yaşayan insanları insan olarak bile saymıyor ki ölümlerini ölüm olarak saysın. Lemkin “ama Talat yüzünden Ermeniler öldü” dedi diye biz soykırımcı olacaksak Tocqueville yüzünden de “Amerika’da uçsuz bucaksız topraklarda kimse yaşamıyordu” demeli değil miyiz?
- Metnin hiçbir yerinde Ermeniler ölmemiştir de demedim, zarar görmemiştir de demedim. Basit bir soru sordum: Oldukları yerde öldürmek yerine neden sürgün gibi dolaylı ve zorlu bir yol seçtiler? Lemkin de dahil kimse bu soruya cevap veremiyor. O ki kasıt aranır, hadi söyleyin: Kasıt yolda ölmelerini ummaksa çok işimiz yok mu?
Sorular daha da artar. Metnin kendisinde olmayan bir ek bilgiyi öğrenmişken sunayım derken “suçlanmışlığım” nedeniyle daha fazla soru da eklemiş bulundum. Kusuruma bakmayın.
Ek: Talat, Enver ve Cemal Paşalar
En sonda pek kısa bir şeye değinmek istedim. Metinden bağımsız.
Talat Paşa, bilerek veya bilmeyerek, Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşması ve doğuda pek az sorunla uğraşmamızın temellerini atmış bir isim. Bir yandan dibine kadar siyasallaşıp Balkanları resmen eliyle veren bir ordunun mensubu, bir yandan Vahdettin gibi “her şeyi geride bırakıp” mutlu, huzurlu bir yaşam sürebileceğini sanan, yaptıklarının ceremesini başkalarına yükleyen biri. Talat Paşa’ya karşı garip bir nötrlüğüm var. Sebebi de doğuyu görece homojen bırakması, ülke içinde de daha az sorun bırakması. Yoksa sadece “İslamcı” Müslümanların ayaklanmaları olmazdı elimizde.
Yaptığının doğru olduğunu düşünüyor muydu? Bilmiyorum. Sonuçlarını ise beğenmediği açık. Yoksa öyle tası tarağı toplayıp kaçmazdı. Enver Paşa mesela, daha yiğittir bu konuda. “Türkistan ordusu kuracağım” diye çıkmış, bu uğurda da ölmüştür. Doğruluğu yanlışlığı değil konu. Konu, fikrinde devam etmek. Yoksa Sarıkamış’ta donup veya kardeş kurşunuyla ölmüş (on) binlerce kişinin kanı ellerindedir.
Fantaziye bak: Allahuekber Dağlarını Trakya’dan gelen birliklerle aşacak da Kars’ı alacak. Hey maşallah…
Cemal Paşa zaten hepten başka bir dünya, onu geçiyorum. Bir Almanya’ya gider, bir Türkistan’a gitmek ister, sonra Tiflis’e gider… Ne yaptığı belli değil.
Türkiye, Atatürk gibi muhteşem zeki ve gerçekçi bir liderin kendine bahşedilmiş olması nedeniyle gurur duymalı ya; Atatürk düşmanlığından Talat’a, Cemal’e sarılanları gördükçe ne yapacağımı şaşıyorum. Yazık…